Bu konuşmayı “Kültür ve Sanatın Ekolojisi: Sanatın yenileyici yaşam döngüsü” başlığı altında yaptım. Küçük revizyonlarla aşağıda aktarıyorum.
Kültür Buluşmaları: Kültür ve Sanatın Ekolojisi
A Corner in the World
Diyarbakır, Gaziantep, İstanbul, İzmir
27/11 – 13/12/2020
Kültür Buluşmaları: Kültür ve Sanatın Ekolojisi • Kültür için Alan
Kiminizin bazı söylediklerimle sükutu hayale uğramanız kuvvetle muhtemel. Duruşum kültür idaresi ve özellikle de avrokrat kültür idaresine oldukça mesafeli. Şeylere mevcudiyetinden ötürü değil, müstesna olduğu zaman heyecan duyuyorum. İdare öncelikli tutumların kapladığı alan, ürettiği velvele ve fonlarla ayrıcalıklı samimiyetin bu alana ne kadar yararlı olduğu konusunda da endişelerim baki ancak bunları değiştirmenin yolunun katılımdan geçtiğinin farkındayım.
Yakın zamanda 20. Yüzyılın en değerli müze insanlarından Willem Sanders hakkında bir kitap okuyordum. Sanders hakkında yakını, Hollandalı kültür felsefecisi Jan Kassies 1960'larda şöyle yazıyor:
“Onu ilgilendiren dünyayı değiştirmektir. Sanatı ve sanatın yaratılışını da bu perspektiften okur. Sandberg, sanatçılar ile sanatla iştigal edenler arasında bir ayrım yapar. İkincisi her kültüre gereklidir, ancak asıl sanatçı bize bildiğimizden farklı bir dünya gösteren insandır. Bu yaklaşımın romantizmle bir ilgisi yok. Sandberg'e göre gerçek sanatçı bize kaçılacak başka bir dünya sunmaz, bize yaşayacağımız başka bir dünyayı gösterir. Sandberg, Stedelijk Müzesi'nde, hakiki sanatçılara çalışmalarını sergileyebilecekleri bir yer sağlamayı, mümkün olduğunca çok insanı sanattan ziyade dünyada olup bitenlerle ilgili bilgilendirmelerini sağlamayı görev biliyordu. Bu tür fikirlere sahipseniz, sanat hakkında bildiklerinizin güvenli dünyasına, müze dünyasına kilitlenmez, dünyayı değişen bir dünya olarak değil, değiştirilebilen bir dünya olarak görürsünüz.”
Jan Kassies’i anmak özellikle gerekli. 2. Dünya Savaşı sonra Hollanda’sında kültürel-politik fikirlerin gelişmesinde önemli bir rolü var. Erişim ve katılımcılığın anahtar kavramlar olduğu geniş bir kültür kavramını yerleştirenlerden. İkinci Dünya Savaşı'ndaki sanatçı direnişinden doğan sanatçılar dernekleri federasyonunun yöneticisi olarak farklı kültür sektörlerinin önceliklerini birleştirmeyi başarıyor. Federasyonu, sanat dünyasının hükümete etkin bir şekilde baskı koymasını sağlayan bir organizasyona dönüştürmeyi başarıyor.
Bugün ise kültür ekosisteminden söz edemeyeceğimizi, etsek de zayıf, narin ve gittikçe artan tehlikeler altında olduğunu biliyoruz. Özneler, kişiler kurumlardan çok daha güç durumda. Bunu depresyona girmek, biçare kalmak için söylemiyorum, aksine, koşulları analiz etmek, buradan çıkış yollarını araştırmak, hazırlıklı ve planlı olmak gerektiği için ifade ediyorum. Başarı garanti değil ama şeylerin kendi kendine savrulup kaybolacağına, engellerin önümüzden kendi kendine kalkacağına inanacak kadar naif ve pasif olamayız. Türkiye’deki durum genel hatlarıyla başka coğrafyalarla benzeşiyor ama bu kader birliği yaptıklarımızla ittifaklar yapabiliyoruz anlamına gelmiyor.
Kurumlar ne tür tehlikeler altında?
Hindistan, Rusya, Çin ve diğer bazı ülkelerde deneyimlediğimiz gibi, artan sayıda hükümet, kültür kurumlarına ülke dışından desteği engellemenin yollarına başvurmaktalar. Bu önemli, zira 2004 Aralık ayında Avrupa Birliği katılım müzakereleri ile, hem AB’nin hem de farklı AB ülkelerinin Türkiye'yi öncelikli coğrafya alması ile birlikte derinleşen fon imkan ve desteklerini zorlaştırma konusu burayı bağlıyor. Çok endişe veren bir gelişme 2016 yılında Türkiye’nin, tek taraflı ve gerekçesiz bir kararla sanat üretimi ve bu alanda karşılıklı paylaşım için fon sağlayan Avrupa Birliği (AB) Yaratıcı Avrupa Programı'ndan [Creative Europe] çekilmesiydi.
Macaristan, İsrail, Mısır, Rusya, Kamboçya ve Uganda'da 2017'de kabul edilen "yabancının vasıtası" kanunu (foreign agent law) beş ay önce Nikaragua'da da yürürlüğe girdi. Söz konusu ülkelerin çoğunda canlı/yaşayan kültür ifadelerine yönelik devlet desteği, devlet fonları olmadığını hatırlatmaya gerek yok. O fonlar genellikle arkeolojik usullerle diriltilmiş bir takım popülist faaliyetlere devrediliyor. Diriltme esnasında tarih manipülasyonu, folklorik masallar, milliyetçi fantastik anlatılar devreye giriyor. Özel sektörün de, ceberrut hükümetlerin tepkisinden korkarak belli projelere destek vermekten çekildiklerini hatırlatayım. Kimi zaman, büyük kent idareleriyle merkez hükümet arasındaki politik farklılıktan ötürü, kent desteği sürebiliyor. Örneğin Avrupa’nın iki gayri-liberal kapitalist ülkesi Macaristan ve Polonya’da, büyük kentler, Varşova ve Budapeşte belediye başkanlıkları sivil platform ve yeşillerde. Bu da her türlü kültür sanat kurumuna bir korunak sağlayabiliyor. Destek oldukları anlamında değil, köstek olmamaları bile değerli artık.
İsrail parlamentosu Knesset, 2012’de, aldığı desteğin yarıdan fazlasını, buna Avrupa Birliği fonları da dahil olmak üzere, ülke dışından edinen STKların destekleri kullanma biçimini sürekli raporlamalarını şart koşan bir yasa çıkardı. Mevzuat, Filistin hakları için mücadele eden STK’ları hedef alıyor. Dış finansman kaynaklarını ifşa etmek zorunda olmayan sağcı yerleşimcileri destekleyen STK'lar ise bu yasadan etkilenmiyor.
“Yabancının vasıtası" kanunu Rusya’da da STK'ların faaliyetlerine ket vurmak için uygulanıyor. Sadece STKlar değil, 2021de kanun bireyleri de içermek üzere genişletildi. Bu yasayla uluslararası STK ağları işlevsizleştirilip kaynak seferberlikleri zorlaştırılıyor. Yasaya göre STKlar "Siyasi faaliyetlerde” bulunamazlar. Oysa, siyasi faaliyet kavramının net bir yasal tanımını yapmak mümkün değil. Bu belirsizlik yasanın manipülasyonuna ve belli STK'ların tercihli olarak yargılanmasına yol açıyor. Rusya’daki yasa, siyasi faaliyet, kamuoyunu etkileme ve kamu politikasını şekillendirme çabalarını, yani çoğu STK faaliyetini kapsıyor. Bilim, kültür, sanat, sağlık hizmetleri, sosyal destek, annelik ve gençlik ile ilgili faaliyetler, engellilere destek, sağlıklı yaşam tarzlarının teşvik edilmesi, beden eğitimi ve spor, ekoloji, hayırseverlik ve gönüllülüğün desteklenmesi buna dahil. Birçok STK kamuoyunu bilinçlendirmekte, şekillendirmekte ve kamu politikası seçeneklerinin tartışıldığı konferans ve workshoplar, programlar düzenlemekteler. Dolayısıyla, yasanın kapsamı, açıkça siyasi faaliyette bulunmayan çok sayıda STK'yı içermektedir.
Çin’deki STK yasası ise, hükümeti, yolsuzlukla mücadele, ekoloji, temel haklar, demokrasi ile ilgili yükümlülüklerini, hesap verilebilir kılmaya çalışan sivil toplum kuruluşlarını itibarsızlaştırmak ve susturmak için 2013 yılında başlayan bir dizi önlemin bir parçası olmuştur. "Bir takım Çinli gazetecilere göre, STK'lardan beslenen ABD etkisindeki yumuşak güçler, Çin'in hükümet organları, akademiler ve yüksek öğrenim kurumları arasında yayılmış durumdalar. National Endowment for Democracy ve Ford Foundation gibi STK'ların ABD'nin "küresel hegemonyasını" ilerlettiği ve Çin’in iç işlerine "büyük müdahale"lerde bulundukları iddia ediliyor. Amerikan STK'larının Çin üniversiteleri, Sosyal Bilimler Akademisi ve diğer araştırma kurumları ile bağlantılarını Çinli bilim adamlarıyla ilişkiler geliştirmek için kullandıklarını savunuyor. Bu kişiler "Çin'deki Amerika'nın sözcüsü oluyor, insanları sosyalist ekonomik politika konusunda yanıltıyor ve Partinin ideolojik bütünlüğüne zarar veriyor." Fanteziler sonsuz.
ABD’ye gelince, daha üç ay önce Cumhuriyetçi partinin önde gelen şahinlerinden Newt Gingrich şöyle bir mülakat verdi: “Hollywood ve siyasi seçkinlerin çoğunluğu ... Amerikan halkına radikal, aşırı sol bir gündem dayatmaya çalışan kültür kurumlarını kontrol eden güçlü bir sistemin bileşenleri. Bu ortamda birçok Cumhuriyetçi ve muhafazakar kendini haklı nedenlerle güçsüz, hatta çaresiz hissediyor: İtirazlarını budayan siyasi ve kültürel bir makine var.” Bunun benzerini Türkiye'de de çok duyduk.
Türkiye’de “sivil toplum kuruluşları” konusuna gelirsek durum pek farklı değil. STK üyelerinin nüfusa oranı, demokratik gelenekleri yerleşik ülkelerde daha yüksek. Örneğin, İsveç’te sendika üyeliği %49 ve herhangi bir insani yardım ya da hayır amaçlı kuruluşa üyelik oranı %29. Mısır’da ise sendika üyeliği binde üç ve herhangi bir insani yardım ya da hayır amaçlı kuruluşa üyelik oranı binde beş. Türkiye, %5.5 civarında olan STK üyeliğiyle, katılımın nüfusa oranının düşük olduğu ülkeler arasında yer almakta. Mısırın on misli, İsveç’in onda biri. Peki, STK’lara üyelik neden düşük? Bir araştırmaya göre sebepleri çeşitli, bu sebepleri tahmin edebileceğinizi düşünüyorum ama ben gene sıralayayım. En kilit nokta şu: Türkiye’de kişiler, sivil toplumu demokrasinin önemli bir parçası olarak değerlendirmiyorlar. Dolayısıyla, STK’lara üye olup demokrasiyi güçlendirmek bir seçenek değil. İkincisi, toplumun önemli bir kısmı, insanların, çekinmeden, korkmadan STK’lara üye olabileceğine inanmıyor. Hatta, STK’ların iktidardan bağımsız hareket etmeyeceklerine de iknalar. Yani, toplumun büyük kısmı, STK’ların iktidardan çekindiklerini düşünmekte. Son olarak, Türkiye’de kişiler STK’ların siyasete ve politika üretimine etkisinin yüksek olmadığına inanıyorlar.
Bunun ardında yatan Türkiye’de devletin kuruluşundan itibaren STK’lara olan tutumudur. Türkiye’de devlet, STK’lar üstünde sıkı bir denetim mekanizması oluşturmuş. İktidardaki hükümetin ideolojisine bağlı olarak çeşitli dönemlerde bir grup STK kapatılmış, sınırlanmış ya cezalar almıştır ya da bir grup STK devlet tarafından desteklenmiştir. Bu tarihsel süreç, Türkiye’de kişilerin STK’lar ile ilgili tutumlarını şekillendirmiş. Türkiye’de kişilerin önemli bir kısmının, STK’ların devletten bağımsız hareket etmediklerini, çekindiklerini ve devlet tarafından kanun yapımı sırasında dikkate alınmadıklarını düşündüğünü biliyoruz. Ama, aynı zamanda, Türkiye’de STK üyeliğinin düşük düzeyde kalması, STK’ların da demokratik işlevlerini tam olarak gerçekleştiremediği anlamına da geliyor. İki ay önce Ateizm derneğinin Diyanet İşler Başkanı Ali Erbaş’ın 'ahirete inancı olmayanların her türlü kötülüğü yapabileceğini' sözleri nedeniyle suç duyurusunda bulunması üzerine dernekler masası Ateizm gözdağı vermek üzere ani denetim başlattı.
Dünya’da da , devlet ve dini müesseseler tarafından kurulan veya kollanan STKlar (dernekler, vakıflar vb.) aslen sivil toplum kuruluşları olmamalarına rağmen revaçtalar. Bir anlamda, yükselen neoliberalizmle, sendika gibi sınıf temelli, çalışma mekânına göre, sektörel örgütlenmeleri yeniden biçimleyen STK evrenine, son yıllarda, iktidarların araçları da girdi. Bu da neoliberalizm sonrası toksik ortamın özelliklerinden biri. Yani, devletler, paravan STKlara fon aktarımıyla da yol tıkayabiliyor.
Bu yıl içinde, Kahire'deki Contemporary Image Collective ve Türkiye’den Anadolu Kültür kar amacı gütmeyen şirket olarak örgütlendikleri için sorgulandılar. Polis, Contemporary Image Collective’in mekânını bastı. Kurucusu üç hafta boyunca evine gidemedi. Web sitelerindeki tarife göre ‘Görsel kültür, sanatsal pratik ve eleştirel söylemin örtüşmesine ilgi duyan CIC, Kahire merkezli bir kültür kurumudur. Sergiler, gösterimler, konuşmalar, eğitim ve bilgi alışverişi, araştırma, yayınlar, kamuya açık bir kütüphane ve çeşitli görüntü üretim imkanlarını birleştirir.’
Kar amacı gütmeyen şirket modeli, dünyanın birçok yerinde dernek ve vakıf gibi işletmelerden daha güvenli ve daha bağımsız olduğu görüldüğünden, kuruma hükümetlerin müdahalesini en aza indirmek için kullanılmaktaydı. Öngörülen, devletle sadece finans ilişkisiyle sınırlandırılmış bir modeldi. Artık durum bu tarz kurumlar için de farklılık göstermemeye başladı. Nasıl ki vakıflar kapatılarak kamu kurumlarına devredilebiliyor, bir vakıf olan Şehir Üniversitesi'nin Marmara Üniversitesi’ne devri gibi, dernekler de faaliyet alanlarına göre sert ve tercihli denetimlere maruz kalıyorlardı, artık kar amacı gütmeyen şirketler de sorgulanıyor.
Kimi ülkelerdeki kurumlar da, İsveç, Hollanda gibi yerlerde vakıf kurarak fonlarını ülke dışında garantiye alıyor. Bu özellikle Venezuela, Lübnan gibi ülkelerde gayet kritik zira resmi döviz kurları ile karaborsa kurları arasında çok ciddi fark olabiliyor. Transferleri gerektiğinde ve gerektiği kadar yapmak yararlı ama bu da her kurumun altından kalkabileceği türden bir operasyon değil.
Dünya genelinde bağımsız kültür kurumları baskı altında ve ülke dışından bağışları imkansız kılan yasalar çıkarılıyor. Hükümetlerin sağ veya ve sol tandanslı olması hiç önemli değil, otoriter ve otokratik olmaları ortak paydaları. Milliyetçi, korumacı iddiaları olan hükümetler, bağımsız kültür kurumlarını, istenmeyen STK'lar olarak değerlendiriyorlar. STK konusu önemli, zira kültür kurumlarının, tercih etseler de etmeseler de, kendilerini ayrı görseler de, STK’laştırılmaları söz konusu. Gene Kahire’den bir örnek vereyim, Townhouse sanat merkezinin kurucularından William Wells 1985 yılından beri yaşadığı Mısır'dan sınır dışı edildi. Mısır’da bağımsız kültür faaliyetleri üzerindeki kısıtlamalar ve yabancı fonlara bağımlılıkla ilgili sorunlar sürmekte. 1998’den beri devlet denetimi ötesinde bir kültürel ekoloji yaratma ve gençlere kendilerini özgürce ifade etmeleri ve eleştirel düşünceler için bir alan sağlamaya yönelik amansız çabalarıyla tanınan Townhouse sonunda havlu attı ve kapanma yolunda.
Bu yeni yapısal şiddet altında, kurumlar çoğu zaman yabancıların çıkarlarının vasıtaları gibi kamuya sunuluyor. Geçmişte sadece “kozmopolit” veya “uluslararası” olarak algılanan ve çoğunlukla önemsenmeyen kültür kurumları de artık hedef tahtasında. Genel ahlak, anane, din, örf, milli, yerli her nevi “hassasiyet” kırmızı çizgi olarak ifade edilirken, LGBTi hakları, kadın hakları, türlerin hakları, suyun, toprağın hakkı “hassasiyet”lere dahil edilmiyor. Eğer, sözde “yabancıların çıkarlarının aracıları” zaman zaman “iç düşman” olarak da tanımlanıyorsa, bu tanımı yapan ideolojilere yatırım yapan siyasi hareketler azınlık toplulukları için giderek büyüyen bir tehdite dönüşüyor. Kültür sanat sektörü de bu azınlık topluluklarının bir ögesi.
Buradaki en çarpıcı özellik, devletlerin birbirlerinden denetim mekanizmaları kopyalamaları, adapte etmeleri ve birbirlerine benzer bir dil kullanmaları. Dolayısıyla, en hakiki, en vatansever olduğunu iddia eden hükümetler, tam da aksine, kültür ifadelerine küresel anlamda benzer bir baskı koyuyorlar, bu konuda gayet enternasyonal bir kötülük ağının ögeleri. Egemenlerin ekosistemi kusursuz çalışıyor. El yükseltiyorlar, daha önce hiç yapılmamış bir kötülüğü yapan bir sonrakine örnek oluyor, baskıcı pratikler gittikçe normalleşiyor.
Mısır hükümeti dünyada “yabancı müdahalesine” kafayı takmış ülkelerden, üstlerine yok. Öte yandan, Mısır'da yabancı fonların en büyük alıcısı Mısır hükümeti ve Mısır ordusu. Ordu, ABD'den yılda 1,3 milyar dolar yardımı alıyor ve ekonomisinin %25-40 arasını tutan, makarnadan maden suyuna ve füzelere kadar her şeyi üreten bir iş imparatorluğunu kontrol ediyor. Yabancı komplolardan işbirliklerinden, çıkar nehirlerinden söz ediyorsak kimden söz ediyoruz sahiden?
Kültür ve sanat ekolojisinin belirli birey ve kurumlarının hükümetlerin gözlerine batmasının farklı nedenleri de var. Kurumlardaki profesyoneller sınıfı, geçmişe göre artan sayıda kamu aydınlarından mütevellit. Kamu mekânlarının seyreldiği, üniversiteler üzerinde baskıların yoğunlaştığı, artık korunaklı olmadıkları, şirket ve müşteri modunda ilerlemeleri, kültür kurumlarının potansiyelde biçimlenmesine sebep oluyor. Aynı zamanda, sanat kurumları, sanatın genişletilmiş tarifleriyle ilgileniyorlar. Çoğunun programları sergilemeye bağlı değil veya şovla sınırlı değil, söylemsel manada muazzam bir ihtiyaca hitap ediyor ve nefeslenmeyi sağlıyorlar. İklim krizinden mutenalaşmaya kadar her alanı kesen pratikler içindeler. Dolayısıyla farklı birikimlerden gelen kurumlar ve buralara emek verenler, klasik kurumlara göre çok daha açık ufuklular ve hayatımızı zenginleştiriyorlar.
Tam da burada “ekosistemden” söz edelim. Dünyada kültür sektörü ortadan ikiye ayrılmış durumda. Ama bir gövdeden çıkan dallardan söz etmiyorum. Durum öyle değil, ekolojisi anlamında, benzer kaynaktan, benzer geçmişten, benzer kökten, hatta aidiyetten hareket etmiyor. Bir yanda büyük sergiler, genel izleyiciye, turistik algılara, boş zamanların doldurulmasına hizmet eden fuarlar, müzeler, pırıltılı programlar, reklamlar, billboardlar var. Öte yanda ise girişimler, özerkler, bağımsızlar, deneyseller ve huzursuzlar var. Bu birbirinden bağımsız iki ayrı kanal. Bunların ara kesitinde olduğunuzu sanabilirsiniz ya da bağımsız bir kurum olarak bir müzede iş yapabilirsiniz. Ama bu günün sonunda yollarınızın ayrı olmadığı anlamına gelmiyor Müzenin sizi kullanmadığı anlamına da gelmiyor.
“Ekosistemin” moleküler kurumlar tarafı ne durumda? Onlar, olağanüstü derecede yerelleştirilmiş, izole edilmiş ve baskı altında ortamlarda yaşıyorlar. Bir zamanlar sığınak olarak algılanan --saklanacak, güvende hissedilecek, kaynakları kullanacak / paylaşacak yerler olarak kurumlar-- ulusal finansman eksikliği, hükümetlerin artan kısıtlamaları ve COVID-19 nedeniyle daha da büyük bir belirsizlikle karşı karşıya.
Değişen bağlamlara uyumlanmaya izin veren, esnek stratejiler oluşturmak gerekiyor, bunların ne olduğunu bilmiyorum, hazır reçeteler yok, kurumdan kuruma, konumdan konuma değişebilir, dolayısıyla bir reçete sözlüğüne ihtiyaç var. Böylesi bir sözlük de, enternasyonel birliktelikleri gerektiriyor. Farklı yerlerde farklı kurumlar nasıl stratejiler geliştirmekteler, onlardan nasıl öğreniriz, birlikte nasıl düşünürüz? Nerede, nasıl toplanırız? Bunun için ufkunuzu Avrupa’nın çok ötesine çevirmemiz gerekiyor. Mesela, yararlı örnek ve tavsiyelerin gelebileceği en son coğrafya Hollanda ya da İsveç filan olabilir. Kültür koridorlarında kamu fonlarına endeksli, Orta-Batı Avrupa koridorunu önceliğini bir kenara bırakmak zorundayız. Olmasın değil, ama ekolojinin ana hattı olamaz.
Sorgulamadığımız alışkanlıkları da bir kenara bırakmamız gerekiyor. Mesela, yerelde kendi gelirimizi yaratmaya yönelik çabalar neler olabilir? Fon peşinde koşmanın, gönüllülüğün ve öz-sömürünün bir sınırı var. Bir çok insan varını yoğunu, hayatını buna adamış durumda ve yorgun. İkincisi, kaynak, mekân, altyapı, ve kapasite paylaşımı konusu. Mekânları farklı topluluk ve program türlerine açma ve rekabeti ortadan kaldırmak mümkün müdür? Rekabete dayalı olmayan bir kültür ortamı nasıl geliştirilebilir? Sektör birliktelikleri ötesinde, farklı alanlarla dayanışma da gerekiyor, STKlar, avukatlar, melez tartışmalar.
Kimin desteklediği, kimin desteklendiği, kimin kurum içinde olduğu ve kimin dışında olduğu arasındaki sınırları belirsizleştirmenin yararlı olduğunu düşünüyorum. En rahat konumunda olanların destekçiler olduğuna inanıyorum. Rahatlar, çünkü bir kriz durumunda destek vermekten vazgeçip yön değiştirebiliyorlar. Verdikleri desteğin çoğu da, sizlerin gerçek ihtiyacınıza göre değil kendi parametrelerine göre oluyor ve bunlar aniden değişebiliyor. Bu, özellikle, çok iyi bildiğiniz gibi, yabancı kültür kurumlarının genel durumu. Bir de şu var, yıllar içinde çok az kültür kurumunun, kurumda veya özerk çalışan bireylere doğrudan ihtiyaç desteği veya yardım fonları açtığını gördüm. Karşılık beklemeksizin, ekolojinin en önemli unsurları bireyler ve çalışanlar olduğu için bu desteğin olmaz ise olmazlığından söz ediyorum. Geçici bir "residency"ye çağırmak veya geçici sığınma anlamında değil, gerçekten de var oldukları için, vazgeçilmez oldukları için destek gerekiyor. Dahası, ekolojinin aktörleri, sergi kuranları, set işçileri, boyacıları, asistanları, çevirmenleri, editörleri, tasarımcıları ve bir dizi başka insanı da kapsıyor. Güvencesiz çalışanlar çoğunlukta. Oysa ekosistem varsa hepimiz için var.
Destek verenler birçok anlamda sorumluluk paylaşmıyor. Destek veren ile alan arasındaki mesafenin yeniden düşünülmesi, sorumluluklarda ortaklık, mali yardım ötesinin biçimlenmesi lazım. Bu yapılmazsa ekolojiden söz edemeyiz. Burada, mentorluk programlarından falan söz etmiyorum, her şeyin “normal”, her yerin orta batı avrupa olmasından, kültür idaresi reçeteleri vermelerden, networking faaliyetlerinden söz etmiyorum . Bir sıkıntıya girilecekse hep beraber girilecek.
Kültür ve sanat ortamını, bir sığınma alanı, haklarından mahrum bırakılmış, ötekileştirilmiş veya hedef alınan toplulukların güvenebileceği bir “korunma” yeri olarak düşünmek durumundayız. Bu manada, eskiden "manastır" kavramını kullanıyorum. Artık, “fermentasyonu” (mayalanma) tercih ediyorum. Bu kavramı düşünürken, küratör ve sanat eleştirmeni Nina Möntmann’ın ikinci kurumsal eleştiri dalgası bağlamında tartıştığı saydamlık ve opaklık gibi kavramlar aklımdaydı. Neye karşı opak olduğunu bilmek ve opaklığı bir araç olarak kullanmak değerli. Sanatla ilgili kurumların, üzerlerindeki teşhir ve temsil baskısından ötürü gözden kaçan, yaşamsal rolleri var. Nasıl ki müzeler eserleri, araştırma kurumları arşivleri koruyorlar, aynı şekilde insanlar, söylemler, araştırmalar, tartışmalar da korunmaya muhtaç. Sığınanlara ve üreticilere destek olmak da kültür ekolojisinin bir ögesi olmak durumunda. Şeyler kendi zamanlarını gerektirir, dolayısıyla, koruma faaliyetlerinin, alan açmanın karşısında bir karşılık veya bir çıktı beklemeden hareket etmelisiniz. Yatırımınız mütekabiliyet esası üzerine olmamalı. Gözden uzak bir faaliyet olarak fermantasyon zaman ister, bu zamanı vermeli ve sabırlı olmalısınız.
Neoliberalizm sonrası toksik ortam fermantasyon kavramını acil kılsa da bu kavram her zaman gerekli olmuştur. Mutlak bir güvenlik yoktur. Medya teorisyeni, Vilém Flusser, yıllar önce, çatının sizi güneş ve yağmurdan koruduğunu, kapının sokak ile ev arasında bir eşik, pencerenin dış dünyayı seyrettiğiniz bir yer olduğunun sanıldığını ancak; ama antenler, televizyon ve telefonla evin artık bir sığınak olmadığını yazmıştı. Artık hepimiz daha da açıktayız, yani opaklık kolay ve hazır bir durum değil. Kurumlar, finansal, politik ve hukuki nedenlerle risk altında girdiğinde, korunaklı bir ortam olma kapasiteleri azalıyor. Yine de, kamusal alan üzerine tartışmalardan bildiğimiz gibi, değişim sokakta gerçekleşse de, ortasında kamuya açık bir masanın bulunduğu bir hortus inclusus’da (iç bahçede) mayalanır. Bu tartışmanın basit bir nedenselliğe kurban edilmesini istemem. Kısaca, şunu söyleyebilirim; içerisi ve dışarısı birbirine kategorik anlamda zıt, bağlantısız kavramlar değildir. Bir kuruma destek verenle destek alan arasında ilişki de bağlantısız olamaz, kurumun korunaklı bir yer ve zaman sağlaması ile kurumun kendisi de bağlantılıdır.
Sanat ve kültür kurumları, hükümetlerin saldırgan milliyetçiliğine, popülist söylemlerine, itibarsızlaştırmalara karşı duran kurumlar arasında öncü olmak durumundalar. Bunu, kurum pratikleri anlamında işaretleyin, nümayişten bahsetmiyorum, saldırganlığı aynalayıp benzer bir saldırganlıkla haykırmaktan hiç söz etmiyorum. Kurumun, işleyişinde, milliyetçiliğin karşısına koymak zorunda olduğu değerlerden bahsediyorum. Bu değerlerin bir veçhesi de sınır ötesi işbirliklerini devrede tutmaktır.
Kurumların, kriz zamanlarında aracılıklarını, taşıyıcılıklarını, bağlamlarını ya da güçlerini nasıl yayabileceklerini araştırmaları lazım. Bu COVID "öncesi" ve "sonrası" açısından değil, şimdi ne yapılacağı konusunda da yoğun bir şekilde düşünmeyi gerektiriyor. Ayn zamanda, krizin, pratiklerimizi toplu bir gözden geçirmeye fırsat verdiği aşikar. Örneğin, kurumlarda bu denli güvencesiz koşullarda, hiçbir şey olmamış gibi devam etmeye çalışmanın manası ne olabilir? Internete her tür veriyi, konuşmayı, programı yükleyip, bir şey yapmış olmayı sanmak olsa olsa sanrıdır. Baştan düşünelim, programlarımız zamanın ihtiyaçlarına cevap vermekte manalı mı sahiden? Bilgi üretmenin, ittifaklar kurmanın başka ne yolları olabilir?
Bir konuya, sanırım, hepimiz iknayız. Gereksiz seyahatlar, uçuş mili hesaplamalar sonlanmış olabilir ama kişilerin bir araya gelebilecekleri, kaynaklara başvurabilecekleri, işlerini paylaşabilecekleri, bir eğitim alanı ve buluşma yeri olarak işlev gören fiziksel mekân ihtiyacına her zamandan çok ihtiyaç var. Özellikle de marjinalleştirilmiş yerler, seyahat ve kültür çevirmesi olmaksızın daha da marjinalleştirilecektir. Bu az seyahat edilen bir kentteki küçük bir kurum olabileceği kadar, turistik bir kentin küçük bir kurumları da olabilir. Şurası açık, Covid-19un ardından fiziksel hareket serbestleştiği zaman eforik bir curcunaya gireceğiz, bunun hatırı sayılır bir veçhesi de eğlence ve keyif sektöründe bir patlamaya tekabül edecek. Eğlence ve boş zaman kullanımına müzeler de katılacak, sanat ile keyifin symbiosisi bir yana, yeni medya ortamları da gözümüzü alacak. Rehabilitasyon böyle bir şeydir. Bu yeni durumda, covid-19 ile ekolojisi iyiden iyiye dağılmış olan ilgili olduğumuz kültür ortamında ne yapılabilir?
Sanat pratikleri, dayanışma projeleri aracılığıyla, daha geniş bir politik, aktivist topluluğun parçası olabilir mi? Birlikte çalışma, paylaşım ve dayanışma nasıl gerçekleşecek? Ama önce dayanışmanın bir nedeni olması gerekiyor. Dayanışmak iyidir deyip geçemeyiz. Sloganlaştırılmayız, “işbirliği iyidir” “görsel kültür iyidir” demek yeterli değil. Baştan aramızda çelişkiler olacağını kabul etmeliyiz. Sürekli uyum ürkütücüdür, beraberlikler tuhaf bir tarikata benzememeli. Karmaşık meselelerin çevresinden geçmek yerine onlara odaklanmak gerekir. İçselleşmiş bir eleştirelliğe ihtiyaç var. Birçok kurum, var olmalarını yeterli görüyor olabilirler, ama neden? Çünkü kültür ve sanatla uğraşıyorlar, Sanat neden iyidir? çünkü öyledir. Bu yeterli bir muhakeme mi sahiden? Değil!
Genç kuşakla yeni bağlantıları fiziken harekete geçirmek Covid-19 koşullarından ötürü şu anda mümkün değil, çevrelerimizin dışındaki kişileri de dahil etmeye açık değilsek o zaman tüm mücadeleyi baştan kaybetmiş olabiliriz. Eski, kısıtlayıcı milliyetçi uygulamaların ve düzenlerin değişmesi gerekiyor, ama mevcut güç yapılarının sadece birlikte hareket eden insanlar tarafından değiştirilemeyeceği aşikar. Kültür ekolojisinin de kendine taraftar edinmek yerine bereketli bir müzakere sahasına dönüşmesi lazım.
Sadece kriz koşullarına alışkın olanların değil, kurumların her yerde, bugünkü gibi, kriz zamanlarında nasıl faaliyet gösterdiklerini düşünmeleri gerekli oldu. Fon verenlerin çoğu, orijinal hibe amaçlarının gerçekleştirilmesini güçleştiren veya imkansız kılan durumun belirsizliğine rağmen, hibelerin "nitelik" yerine "nicelik / miktar" için kullanılmasını istiyor ve maalesef acil durum destekleri ve diğer destekler çoğunlukla “ulus” olgusuna odaklı. Bu, hem fon vereni hem fon alanı bağlıyor. Beyrut kültür hayatını da neredeyse yerle bir eden 4 Ağustos patlaması, Beyrut’ta dört kişiden biri olan Suriyeliler arasındaki kültür aktörlerine nasıl etki etti? Fonlar Suriye’lilere kültür üreticilerine, bürokratik sebeplerle, verilemedi.
Peki kaynak paylaşımının, bir ilişki ağı kurmanın veya farklı tartışmalar düzenlemenin yolları ne olabilir? Bu tartışmalara hukukçular da katılabilir, bankacılar da. Bu bireylerin ve kurumların hayatta kalmaları için yeni davranışlar geliştirmesine yardımcı olacaktır. Kar amacı gütmeyen kurumların gelir yaratacak modeller geliştirmelerine de olumsuz bakmıyor olmamız lazım. Yeter ki üretilen gelirin kişisel çıkarlara hizmet etmesine izin vermeyen mekanizmalar olsun.
Biraz geri dönmenin gerekli olduğuna inanıyorum. Sorular sorar, olası senaryoları çizerken unutmamamız gereken sanat pratiklerinin farklı olduğudur. Yani, sanatın etkili olması için araçsallaştırılmaması gerekir ki bu da, sanatı diğer yaşam faaliyetlerinden ayıran radikal farklılıktır. Araçsallaşırsa artık sanat değildir ve işlevi kalmaz. Bunun neden önemli bir pratik olduğunu anlatmak meşakkatlidir. Kültürün herkes için olduğunu ifade etmek ne yeterlidir ne de doğrudur. Bunu, her şeye ekonomi merceğinden bakanlara ve farklı değer sistemlerine geliştiremeyenlere anlatmak daha da meşakkatlidir. Sevgili arkadaşım Charles Esche’nin de dediği gibi “İdealde, siyasi, kültürel ve ekonomik değer arasında bir denge görmek isteyecekken, yalnızca siyaseti ve kültürü kontrol eden ekonomi yasasıyla baş başayız. Politikacılar, toplumu yönetmek veya kültürel değerler sunmak için değil, ekonomiyi en iyi şekilde yönetmek için rekabet ediyorlar. Bu durumda ilk önce politikacıları kültürün bir kamu hizmeti olduğuna ikna etmeliyiz. Ama aynı şey müzelerde de oluyor. Karşılaştığımız sorular, müze nasıl daha fazla para kazanabilir, nasıl daha çok ziyaretçi getirebilir, nasıl daha fazlasını üretebilir.” Oysa, kurumun asal görevi hikayeler üretmek ve hikayelere, deneyimlere açık olmaktır. Manolo Borja-Villel’in dediği gibi “sanata duygusal düzeyde bağlanan bu sevgi topluluğunu yaratmak” daha iyi bir fikirdir.
Konuşmaya besleyen bilgi ve referanslar:
“Türkiye’de Devlet-Sivil Toplum Kuruluşları İlişkisi ve Sivil Toplum Kuruluşlarına Katılım,” Osman Şahin - Sema Akboga
International Journal of Political Science and Urban Studies
Contemporary Image Collective, Kahire
Townhouse Gallery Cairo The End of Many Endings?
The End of Many Endings? - Contemporary
Sticky Fingers: Foreign funding in flux
Nina Möntmann, “Institutional Critique vs. Corporate Identity,” Texte zur Kunst,
XI/41, March, p. 171-182.
Flusser Vilém, “On Future Architecture”, in ARTFORUM, May 1990, no 9, vol. 28, p. 36.
The China-Russia NGO Crackdown – The Diplomat